12 Mart 2022 Cumartesi

Cesaret

 

Bana öğretmek istediği ne diye düşünürüm.

Tıkanıp kalıyorsam, gücümün yetmediğini düşünüyorsam, karmaşıksa, ama içindeysem. Daha doğrusu içimdeyse…

Tüm hercümerç benden dolayı aslında.

Suçlamamayı öğrendim. Yani öğreneceğim çok şeye de boynumu eğerek.

Yeteri kadar son verdim.

O nedenle devam etmemin bir sebebi olduğunu ve henüz bilmediğimi düşünüyorum.

Kaldığımız şeylere değer vermeyi önemsiyorum.

Bu bir savaş değil.

Kimse istemediği zaman değişmeyecek. Bazen istediği zaman da değişemeyecek.

Her şeye rağmen yakınlaşabiliyor ve oradan başlayabiliyorsak, genel ritminde özümüzü açığa çıkarıyor ve tekrarlanabiliyorsa oluyor bence.

O özün iyi olması gerekiyor mu?

Sırf iki kişi arasında taşınabilmesi, hafifleşmesi, başkasına zarar vermeden özgürleşebilmesi, yerini bulması sanki değeri oluşturan.

Ölüyoruz kısaca.

Basitçe insanız.

Neden anlamlı değil ki hiç bu?

8 Ağustos 2021 Pazar

J.M. Coetzee

 

Nihilizm hiç değil…

İki haftadır, yağlı, sıkıntılı bir çeper ile uyandık…

Lohusayken böyle uyanırdım.

Hüzünlü,

Rahmimden, orta yerimden bir şey gelip, gelip, burnuma dikilirdi.

Böyle bir cereyan bilmiyorum.

Şangır şungur gözümden boşalan şeylere şaşkın kalırdım.

Dilime tuzu geldikçe, daha da bir ağlama seli.

Yarım gün ağlama özgürlüğü…

Böğürebilip.

Kendini eline geçene gömüp.

Yerle bir.

O zaman sanki devam etmeme özgürlüğün var çocuk doğurdun ya…bir hoşgörü.

Bu sefer devam etmelisin.

Misal çalışmalı, günlük hayata karışmalı, çoluğuna çocuğuna bakmalı, devam etmelisin.

İşin berbatı devam edebiliyorsun,

Dürüst olmak gerekirse.

Annem, onlar da kendi aralarında haberleşirmiş diyor.

Yunuslar haberleşiyorsa, ağaçlar neden ağlamasın?

Sonra gösteriyor, bak kızım buralar geçen sene yanmıştı, bak görüyor musun, nasıl da dibinden yine yeşillenmiş!

……………………..

Yanmayı anlamak?

J.M. Coetzee’nin “Utanç”ını okuduğum bir ana denk geliyor.

Kendi kızına tecavüz eden 3 adam, onun da üstüne alkol döküp bir kibrit çakıyor.

Nedense hikayede çok da yanmamış gibi hissediliyor.

19 Mart 2021 Cuma

Aşk?

Şindi her ne kadar büyüdüysem, matematiğe karıştıysam, ilkelliğimden gurur ve zevk duymayı öğrendiysem de…,

Söz konusu insan ırkı arası aşk ise,

Bir boğa burcu olarak (ki bu Venüs oluyor yıldızlar şeyinde) bayılıyorum olay mahallinde olmaya.

Seyirci, esas oğlan, figüran, ak saçlı dede…

Yok hacım, o yalan değil katil olay mahalline döner meselesi bence.

…………………….

Bu kültür… ne kadar maskulin olmayı öğretmiş benim cenerasyonuma bir aşk olayı zuhur ettiginde.

Niye çiçek, böcek olamadık ki biz?

Sevgi, semiha, mirhan, gül?

Soru grubumdan bir cevap bekliyorum.

Ayşe, Nazlı?

………………………

Aşkın erişebilme ile ilgili sorunu bana çok cüzi geliyor.

Eriştiğinde elindekini nereye koyacağını bilemeyen bir aşk,

Bana Yiğit kadar masum, çocuk, gerçek ama büyümesi gereken bir şey gibi gorunuyor.

Her kez çocukluğunu özlüyor sanki aslında.

Hormonların ateşlediği, bedenlerin istediği,

Erişmek isteyen ruhların düşlediği, onunla deliksiz sarılmış olmak değil mi bir nevi?

Karışmak istiyor insan.

Sonrasını düşünmeden karışmak.

Kendisini saran, besleyen, doyuran, ama kesin kez çıplak olduğu bir yer…

Sonrasını hiç bilemediği, ılık, sıcak, bilmesinin gerek olmadığı, pirüpak orada olduğu bir yer.

Çok canlı, çok damarlarında, teninde, besininde, yaşamın ortasında attığı bir yer olmuyor mu aşk?

Yediği, yedikçe, kokladıkça, karıştıkça doymak istediği bir yer…kişi adeta?

Veya öyle olacağını düşündüğü?

………………….

Ana rahmi?


Romantikilizm

 İzmir’de bir hediyelik eşya dükkanına girdim.

Tabi o zaman yeni İzmir’liyim, İstanbul’a döndüğümde bir şey götüreyim çabası var her İstanbul’un dışına çıkan beyaz yaka gibi.

Ay o da ne kadar beyaz bilemiyorum tabi, mavi, mor, bişey...

Zengin felan da değiliz tabi bütçeye uygun bişeyler…

Çok baktım zaar.

Bunu cüzdanına koy dedi.

Tipi çok hatırlamıyorum.

Ay salak romantik, yaşlı, yogacı, klişe romantiksel dediydim içimden.

Nazik...aldıydım, ayıp olmasın diye cüzdanıma koyduydum.

Şu kadar değer vermedim.

Klişeler hiç yer bulmaz bende.

Bi havam var ya.

Her şeyi kaybedebilirim fiziksel eşya bakımından.

Alışıkım buna.

Benimle yaşayanlar da alıştı.

Eşyaya bağlılığım sıfırdır.

O nedenle sürekli anahtarımı kaybederim.

Saklamışım.

Bit kadar bir deniz kabuğu.

Bunu sen cüzdanına koy da hatırla demişti.

Hiç sevmem hayatın sırrını veriveren romantikleri.

Yannız,

Her ne kadan bana hiç değmeyecek bu romantikliğin,

Bir aslı varmış.

Bunun ananemden farkı yokmuş aslına bakarsan.

83 yaşındayken hala bana yelek örmek isteyebilen bir ananem var.

O benim ananem olduğu için her bir hareşo bu kadar romantik ve değerliyken, neden amcanın deniz kabuğu şeysi benim yakınım olmadığı için götümün kenarında karşılandı hiç anlamadım.

Bu kadar küçük olduğunu hatırla demişti.

Gizli romantikilizm mi var bende?

Co-with?

 

Şimdi bizim insan ırkı olarak, en şeyimiz her şeye uyum geliştirebilme şeyi ya,

En tuhaf şeyler, koşul olarak zihnimize kazındığında semavi bir devam edebilme direnci oluyor.

Bu nedenle insan, evet bu kusurlu/kısıtlı bir doğa ile hiç de azımsanacak gibi bir şey değil bence.

Karanlığa da aydınlık kadar hayranım, onların farkında olunduğunda.

Dünyanın şifacısı olarak verilenleri kelimelerimle lekelemeyeceğim.

Keza acı illa ki gerekiyor.

Veya muadili.

Fiziksel acı ile ayna olmuş, bilmese bile dünyanın iplerini tüm hava cıvalarımız için gerçekten tutmuşları anlamam mümkün değil.

Ben bir konfor alanından duyuyorum elbette.

Şükür ki 40' ı aştığımda duyduğumu azımsamayacağım da diyebiliyorum.

Oysa duymaya fırsatı olmadan doğrudan ayna olanlar var.

Cerahat, apse, tecavüz, kan, cinayet, adaletsizlik, kemik kırığı, asit, kesik, çocuğunun kesik kafası, kolu, sevdiğinin yok vücudu, çığlık, kanser, bir anda buharlaşma…ile dolu.

Çokça kişi var.

Sonra diyoruz ki 1 yıldır evden çıkamıyoruz.

Psikolojilerde sıkıntı var ciddi.

Bir de ölüm korkusu.

Niye bu kadar uzaktı ki ölmek bize?

Orada, belki bir sokak, bir gün ötesinde, o kadar insan yukarıdaki en uzun cümledeki şekliyle ölürken?

……………….

Korkuyorum.

Ne de olsa basit bir insansıyım.

Ama zerkedilmesinde yine de bir ışık görüyorum.

Covid’in.

Tanımı ne hızlı bold yaptı değil mi?

Kapitalizmin bence son ve en iddialı seksapeliyle.

Ölmek…evinizde, sokağınızda, en sevdiklerizde, di-bi-niz-de!

Seksapele bayılırım.

Kapitalizmin tanımayı muhteşem isabetli bir harmonik ortalama ile başardığı her insansı gibi.

6 Şubat 2021 Cumartesi

Kulliyen

 Bilimsel açıdan, beynin serotonin seviyesini dengede tutma eğilimi ile ilgiliymiş.

Soru grubumdan gelen yanıtlar:  Birbirimiz için süslenip, püslenip, iyi bir yemek, akabinde şişeler kadehler, rotasız sohbetler, ne istersek yapabiliriz hissi, ota hopa gülme, edebi ve akademik hayattan son dedikodular, kitap ve dizi önerileri, gündelik hayatın komikliği, bir süpürgenin özeliklerini onların ağzından dinlemeyi her türlü kültürel aktiviteye tercih etmenin muzip göz kırpışı, tüm enerjinin şangır şungur kahkahalara, entellektüel sorulara devrilmesi…

Beynimin hatrını mı kırcam, bu beş kadın ile olduğum 16 yılın her gününü özlerim yani.

Varoluşumuzda çığır açan Halil hocanın sınavlarından önce Mirhan’ın evinde kampa girerdik. Önce ciddiyetle yerde bağdaş kurup, dört beş kişinin tartışması ile başlayan gecelerin, iki bin kişi ve şişe ile sonlanan sabahları iyi hoş güzeldi de; en güzeli hocanın, “çocuklar sınavınız 4.5 saat sürecek, her türlü kitabı açabilirsiniz, benim için sınav bir öğrenme biçimidir, bu sınavda öğrendiğiniz şeyleri unutmayacaksınız, o da sizi geçirir, kasmayın” demesi ile birbirimize attığımız “yedik zokayı” bakışımızı hiç unutmuyorum. Sınavdan 4.5 saatten önce çıkan olmadı. Beynimizin iç çeperini kağıda bırakmıştık diyebilirim. Arkasından enstitünün lokaline gittiğimizde hepimizin koltuklara serildiğini, ne var ne yok içtiğimizi ama beyin ayıklığından en ufak sarhoş olmadığımızı hatırlıyorum.

Brüksel’e gittiğimizde uyuyacak hep 3 saatimiz oldu. Program öyle yoğundu ki, parlementoya gidilecek, konsey görülecek, arada kültür gezisi yapılacak, konsolosluk ziyaret edilecek, sivil toplum kuruluşu ile münazaraya katılınacak, gece hayatı yaşanacak, işeyen çocuklu meydan görülecek, yerel yemekler yenecek, bir de buz gibi hava. Üç şeyi hiç unutmuyorum:

Bavulumdan çıkardığım mantıyı dolaba koyduğumda attıkları kahkahayı (mantıyı akabinde gideceğim Viyana’ya götürüyordum),

Tüm gün bittiğinde pijamalarımızı giyip, birinin yatağına doluştuğumuzda; Sevgi’nin yastığa yayılan turuncu saçları, Mirhan’ın her zamanki gibi özenle kıyafetlerini katlaması, yandan yandan gülmesi ve Semiha’nın yatağın orta yerine bağdaş kurup, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatması,

Bir de o sivil toplum kuruluşu temsilcisinin birden zonk diye Kurdistan haritasını açıp, bundan haberiniz var mı diye sormasının gencecik, nerdeyse çocuk zihinler için önceden kurulmuş zalimliğini.

En güzeli hepimizin yerelden gelmiş ve dünyaya açık olması idi.

Köy, yerel, anane dede, o gelenek lugatını hepimiz anında anlıyorduk. Seviyorduk da dahası. Ayaklarımızı toprağa saplayıp, eteklerimizi dünyaya savurma ve bu ikisinin arasında, birbirimizle dilediğince kendini kaybedebilme özgürlüğü…hala devam ediyor.

Yine sevdiğimiz bir hocamızla Vera’nın karşısında içiyorduk. Türlü türlü tartışmalar, Yeşil Efe’ler, hayat, siyaset, dünya, kadın-erkek, bitmeyen sohbetler. Hönk diye Semiha Hintli sevgilisiyle içeri girdi. Sonra Sevgi kadehini Barış’a (abisi) kaldırdı ve ağlamaya başladı. Semiha gözünde o harika ışıltı ile çıktı gitti. Sevgi yere yatıp ağlamaya başladı. Hiç birimiz yerden kaldıramadık. Bizi nazikçe kovdular. Ben Sevgi’nin bir kez daha hastası oldum, yere yatıp, iki yıl ağladığı ve teskin olmadığı için. Sonra e hadi biraz dansedelim dedik gayet sakin. Line mıydı, Roxy miydi, neydi hatırlamıyorum. İçeri girdik, bayağı bir dansettik. Sonra ben hangisiydi hatırlamıyorum, düşücem dedim. Birine düşücem diyebilmek harikadır benim gibi bir survival of the fittest ekolünden gelen kız çocuğu için. Önümde güçlü, yumuşak, tatlı bir omuz belirdi bir anda, hangisiydi hatırlamıyorum. Tüm gücümle düştüm, bilincim kapandı. Ayıldığımda taksideydim. Abi kenara çek kusucam dedim. Kusarken arkadaki taksi durdu, içinden kızlar çıktı, şahitler eşliğinde kustum. Sonra sabah, birinin temiz, sabun kokan yatağında uyandım, yağda yumurta yedik.

Birer birer gelin olundu tabi.

Sevgi, Semiha ve Mirhan çok güzeldi.

Ama Ezgi, asıl gelinliği giymesinden önceki iki yıl önce Moda’da buluştuğumuz günü hiç unutmuyorum.

Moda’da daha önce balon gibi şeyler vardı, içine oturup, çay kahve söylüyordun. Denize bakabilip, kış olsa da üşümeyebiliyordun böylece.

Ah Ezgim neye yanıyorsun artık anlat dediğimde, anlattıklarına hala kalbim atıyor. (Beyin, serotonini sal canım). O öyle cesur bir kadındı ki…Tüm o ketumluğunun, akılcılığının yanında hiç olmayacak denilen birine aşık olmuştu. Ay olmuştu işte yani! Çok kaotikti. Hiç olacak iş değildi. Ama o yaptı. Usul usul kalbinin peşinden gitti. Babasız ve kısıtlı anneli çocukluğunun tüm güvenli bağlanamış altyapısının getirdiği karambolleri, toplumca çok kabul gören, daha iyisi olmaz diye burnuna sokulan bir evliliğin kelepçelerini, kırmadan, incitmeden, ama aslında diğer hikayeden hiç de emin olmayarak, sadece başka türlü yapamayacağı için, o Ezgi olduğu için, zarifçe, insanca, hukuğa uygun yerine koydu.

Onun giydiği gelinliği asla unutmayacağım. Şapkasının, yüzünü yarı kaplayan tülünün altındaki gülüşünü…

Semiha’nın ev kıyafetlerine özen göstermesine bayılırım. Sütyen, kilot ve sabahlık ondan sorulmalı. Bir de Güney Afrika. Ayağını çok kötü incitmişti Güney Afrika gezisinde. Resmini gönderdiğinde gördüğüm şeye öyle üzülmüştüm ki, kızkardeşim yadellerde bir de ayağı kocaman şişmiş. Canım acımış, çok üzülmüştüm. Bir an önce gelsin, bir daha gitmesin istemiştim.

Her türlü trend yine Mirhan ve Semiha’dan sorulur.  Bu Mirhan’da az değildir pembe balinalar ile yüzmeler, Caracas’a gitmeler…LSE, Nişantaşı, CDP’nin zümresiyle hoş olup, Ordu’da benim pembe yanaklı, ailekar Mirhan’ım olması, babacığı ve çokça ablasına bağlılığı ile hangi uçtaysan rahatça şıp diye oradadır, şu kadar zorlanmaz. 

Sevgi benim kalbimdir. O olsa, hayat kendiliğinden, durduk yere güzelleşir bence. Bana en kaybolduğum zamanlarda şehrini, ailesini, heyecanını, neşesini ve şefkatini vermiştir. Bu salgında, ona olan özlemim serotonin seviyemi sallar bence. Portakal rengi gözlerinin güneşten kısılmasını, gülüşündeki iki tatlı ön dişten birinin pırıldayan ışıltısını, “ahay hof!” diye birden sıkılmasını, kahkaha atarken konuşabilmesini, varlığından yayılan zeki, insanca, deli ve sevimli havanın insanı zort diye içine almasını, benimle birlikte her şeye salakça saşırabilmesini, “iyi ama kuşum o zaman” diye başlayan sorularını, “hıı, ööle mi diyosun” dediğinde aşağı doğru bakıp, dudağını tutarken ki eminsiz ama kabullü bakışlarını…çok özledim.

E madem serotonine bir kıyak geçecez, o zaman şunları da anlatmak lazım:

Bizim bir köşe lambamız, bir de müzik setimiz vardı Semiha’nın evinde. O tatlı ışımız altında, müziğimizi açar, şirazımızı içer, kalın çoraplarımızı giyer, battaniyenin altında dururduk. Çokça konuşur, yer içer, tatlı tatlı, güvende, gevşemiş uyurduk. Dostlarım bilir, ben başkasının evinde uyuyamam. Saat kaç olursa olsun dönerim yani. Semiha’nın tüm evleri ve Semiha zihnimde sıcacık, demir gibi güvenli, içinde endişe etmeme şu kadar gerek olmayan, türlü dünyalar ama yine de aile ile dolu.

Berlin’de gece 3 sularıydı. Takribi 25-26 olmamız lazım. Çok sıkıldık, çıktık, hiç bilmediğimiz sokaklarda yürümeye, laflamaya başladık. Niye bir gram korkmadık acaba? Doğu Berlin diye mi? Lübnan’a da böyle gittiydik. Ben koşcam dedim, birden koşmaya başladım. Semiha’da aynı anda, yok ya, bende koşcam sanki dedi. Yıllarca, kahkaha atarak, tüm kız çocukluğumuzu tatlı kadınlara teslim ederek gecenin bir yarısı hiç bilmediğimiz sokaklarda koştuk. Kapkara sokaklarda, patlayan fişekler gibi kahkahalar attik, yorulana, tüm özgürlüğümüzü bitirene kadar koştuk, kendimize bayıldık, küçük kadınlarımızı neşe ile sevdik.

Bir gün bok gibiyim. Çok fenayım ama. Spor yapalım dedi. Nasıl yani, spor mu yapcaz dedim? Evet dedi, spor yapcaz. 6 ay gittik o salona. Her gün birlikte iyileştik.

Bir gün hayatımda hiç anlayamadığım bir şey oldu. O kadar kötüydüm ki mide bulantımdan servise binemedim. Nasıl yok olabilirim diye düşünüyordum kalbimin kırıklığından. Bundan berbat ne olabilir acaba bir genç kadın için diyordum. Sabahın yedisinde bayağı bir minibüs yolunda yürüdüm. Sonra Erenköy’e gitmişim. Kapıyı zınk diye açtı, gel canım benim dedi, hiç soru sormadı. Salonumuzdaki kanepeye hemen bir battaniye getirdi. Üzerimdekileri çıkaracak halim yoktu. Yumuşacık da bir yastık getirdi. İçine girdim. Sıcaklığın içine kendimi gömdüm. Dinlen canım benim dedi, endişeli ama güçlü. Saatlerce içinden çıkmadım. O günlük hayatına devam etti. Kahvaltı hazırladı, işini yaptı, arada yanıma gelip, iyi misin canım dedi. Ben ses vermedim. Battaniyeden burnumu çıkardığımda, hadi gel, güzel bir yemek söyleyelim, sonra da film izleyelim dedi. Sonra ben neşeleneyim diye Ömrü’yü (kardeşini) çağırdı. Çok severim ben Ömrü’yü. Sonra uyku uyuyabildim. Ait olduğum yerde, güvende ve aile içindeydim. Başka bir yerde uyanmak, o ev Semiha’nınsa artık korku veya karışıklık değildi.

Çok evlerimden birinde de İzmit’te yaşadım ben. Ford’da çalışıyordum, iş yerine ve annemin evine 1 adım diye bir kerbelaya taşınmakta tereddüt etmemiştim. Berbat bir semt, geniş güzel bir ev, ama bomboş. Sonra bahçede sigara içerken tatlı bir kız ile tanıştım. Böyle saçları lüle lüle. Muhteşem bir ses tonu. Mesafeli, nazik. Ama tatlı. E ben de bayağıdır şu ilerideki sitede oturuyorum dedi. “He Okan’la aynı site mi, ama o çok sıkılıyormuş, sen hiç mutsuz değilsin, niye dedim?” Bilmem, bence fena değil dedi. Sonra bir iş çıkışı bize gelsene kahve içeriz dedim. E geleyim, olur dedi.

O bilmez ama, kendi ile bu kadar barışık, sakin, kıymetli şeyler ile dolu, tatlı tatlı konuşan, hayatın değerli kısımları ile ilgilenen, mesafeli ama sıcacık, gözlerinin içi canlılıkla dolu bir kız oturuyordu karşımda. Az bulunacak bir tutarlılık, kırıtık bir bilgelik, üstelik fal bakmayı da benim kadar seviyor. O zaman binmiyordu ama, ben hemen Gül’ün bisikletinin arkasına atlayıverdim. Güneş işığının altında, bu enerji dolu, lüle saçlı kızın arkasında türlü sohbetler ettim. İlk ev yapımı sebastian’ı onun evinde yedim. İlk çıplak pozumu onun deklanşörüne verdim. Bir gün kano yapmaya gidelim dedi. O günün keyfini, çayırların üzerinde zıplaya zıplaya çektiğimiz resimleri ve arkasına eklediği Beirut’un hangi şarkısı bilmiyorum ama melodisini unutmuyorum. Süslenip, buluştuğumuz, içtiğimiz kahveler eşliğinde “ay yeni ne aldın kendine” sorusunu en zevkli onunla cevapladığım için, birlikte güneşin, havanın güzelliğine bakıp, gerçek bir umut etme zevkini paylaştığımız günleri serotonin seviyeme ekliyorum.

Ayy, hep kadınları mı özlemişim yani bu salgında?

Yalan, kulliyen yalan.

9 Ocak 2021 Cumartesi

Evlilik Aşkı Öldürür mü?

Sorunun cevabı ile ilgili 2.7 milyon sonuç geliyor google’da☺️

Beynimizdeki tüm salak kutuların arasında illa bir bağ olacak.

Anam her şey ölüyor gıkımız çıkmıyor, ama bu aşk ölünce, bi havalar bi havalar.

Kız evlilik hani kutsaldı?

Aman sonra da aşkı mı öldürdü?

Misal ben bayağı bir gezdim.

Ülke konusunda Semiha’nın eline kimse dökemez de, insan gezmişlik konusunda kendi içimde bir itibarım olduğunu düşünüyorum.

Evlilik evde olmayı gerektiriyor.

Ama ev neresi ki?

Önce onun peşine düşmek gerekmiyor muydu?

………………………..

Sevmiyorum ben aşkı.

Hormon gerektiriyor.

Kendinin çok dışına çıkman, bir de bundan büyülenmen gerekiyor.

Tüm doğal anlamların ötesinde bir şeyler yükleyip duracaksın bir şeylere.

Bir de karşılıklı olursa…hof..yorucu.

İnsan ırkı arasında ise en iyi “benlik öğreticisi”lerinden birisi.

Sınırların ötesi, içerisini anlamlandırmıyor mu?

………………………….

“Bir bilene sor” soru grubuma danıştım.

Hay salak beeen, soru yanlışmış meğersem.

Sorunun aslı şuymuş: “Evlilik seksi öldürüyor mu?”

İş cinselse illa bir romantiğe, aşka, evliliğe, bişeye bağlıyorduk ya kültür olaraaaak! (trink triiink!)

“Yok bence evlilikle alakası yok. Hayat şartları değişiyor. Yaş ilerliyor ve stres artıyor. Bunlar kafanı daha çok meşgul ettiğinden, o şehvetler olmuyor maalesef. İşler kötü, patronla tartıştım, piyasa bozuk, dolar çıktı…filan, bunlar hep yatakta patlıyor.”

“Valla benim kafamın meşguliyetinden ziyade fiziksel yorgunluktan… Sadece uyumak istiyorum boş vakitte. Diğer yandan her gün gördüğün birisi için yarın olsun diye erteleyebiliyorsun. Aslında enerjimi özlüyorum her şeyde. Sadece seks değil. Tüm yaşam enerjimi.”

“Evliliğin ilk yıllarına haftada 2 oluyordu. Şu an bazen ayda 1’e çıkabiliyor”

“Biz evlenmeden önce kaç yıl çıktık?”

“3,5 yıl.”

“E sen benden önce evlendin ya”

☺️

………..

Neyin ev olduğu hakkında bir fikir sahibi oluyor mu da çok emin değilim insan evlenirken.

Biri baskın çıkıyor.

Bu, iki kişiden biri de olmayabiliyor bazen ülkemizde.

Bazen de oraya varıveriyor ilişki.

Bazen oradan başlıyor.

………..

Biri ile yıllarca aynı metrekare içinde olmanın tuhaflığını bir kere bile düşündürtmeyen bir kültümüz var.

Tabi ki sadece Türkiye’den bahsetmiyorum.

Bu konuda sazı elime aldığımda, konunun vardığı yerde, değerli psikiyatristim Hakan Atalay'ın 25’lerimde sorduğu bir soru aklıma geliyor.

“Yemekhanede masanın üzerinde sevişebiliyor muyuz Zeynep?”

“Yok”

Çok zeki, sakin, konusunu bilen, bekleyen soru işaretli gözler, komik bilinçli, aldırmaz bir gülümseme:

“Bağlanmanın elverişli olduğu bir mekan olmayacağı konusunda hemfikiriz o zaman”

……

Seks, aşk, tutku bunlar çok güzel konular.

Ne de olsa hayvan olduğumuz için çiftleşmek genlerimizde kodlu.

Güzel de şeyler de Allah için.

Yalnız bunların sürdürülebilirliği konusunda o eminsizlik, o ölüme bağlama falan…

Hormonsuz çok çekilmiyor yani.

Güzelliklerini çok değiştirmese de.

……………

Sevebilmenin ciddi bir konforu olduğunu düşünüyorum seks konusunda.

Yani hepimizin bildiği yukarı doğru çıkılan bir yer var aslında konumuz seks 101 ise.

Ön şeyi ne ise,

Aslolana gelindiğinde, birlikte azar azar, nefes nefese, ancak birlik olunduğunda yükselinebilen,

Yükseldikçe ilkelleşen, ilkelleştikçe sadeleşen diyemeyeceğim ama özleşen, gürleşen, nefesleşen, kendine dönük ama o olmaksızın da asla daha yükselmeyecek…

Bir tepe yerde de birlikte hücrelerine ayrılmak…genleşmek…dinlencelere vesile olmak…

Düşüncenin hiç olmadığı bir alanı tarif etmek de ne zor.

Sevebilmenin işte tüm bu düşüncesiz, kontrolsüz alanlarda, müthiş sınır dışılarına şahit olmamı sağladığını keşfettim.

Sınırlarıma döndüğümde, dışarıda hissetmedim.

………….

Ölenle de ölünmüyor, onu diycektim aslında da uzadı bi an☺️