Bilimsel açıdan, beynin serotonin seviyesini dengede tutma eğilimi ile
ilgiliymiş.
Soru grubumdan gelen yanıtlar: Birbirimiz için süslenip, püslenip, iyi bir
yemek, akabinde şişeler kadehler, rotasız sohbetler, ne istersek yapabiliriz
hissi, ota hopa gülme, edebi ve akademik hayattan son dedikodular, kitap ve
dizi önerileri, gündelik hayatın komikliği, bir süpürgenin özeliklerini onların
ağzından dinlemeyi her türlü kültürel aktiviteye tercih etmenin muzip göz
kırpışı, tüm enerjinin şangır şungur kahkahalara, entellektüel sorulara
devrilmesi…
Beynimin hatrını mı kırcam, bu beş kadın ile olduğum 16 yılın her gününü
özlerim yani.
Varoluşumuzda çığır açan Halil hocanın sınavlarından önce Mirhan’ın
evinde kampa girerdik. Önce ciddiyetle yerde bağdaş kurup, dört beş kişinin tartışması
ile başlayan gecelerin, iki bin kişi ve şişe ile sonlanan sabahları iyi hoş
güzeldi de; en güzeli hocanın, “çocuklar sınavınız 4.5 saat sürecek, her türlü
kitabı açabilirsiniz, benim için sınav bir öğrenme biçimidir, bu sınavda
öğrendiğiniz şeyleri unutmayacaksınız, o da sizi geçirir, kasmayın” demesi ile
birbirimize attığımız “yedik zokayı” bakışımızı hiç unutmuyorum. Sınavdan 4.5
saatten önce çıkan olmadı. Beynimizin iç çeperini kağıda bırakmıştık
diyebilirim. Arkasından enstitünün lokaline gittiğimizde hepimizin koltuklara
serildiğini, ne var ne yok içtiğimizi ama beyin ayıklığından en ufak sarhoş
olmadığımızı hatırlıyorum.
Brüksel’e gittiğimizde uyuyacak hep 3 saatimiz oldu. Program öyle
yoğundu ki, parlementoya gidilecek, konsey görülecek, arada kültür gezisi
yapılacak, konsolosluk ziyaret edilecek, sivil toplum kuruluşu ile münazaraya
katılınacak, gece hayatı yaşanacak, işeyen çocuklu meydan görülecek, yerel
yemekler yenecek, bir de buz gibi hava. Üç şeyi hiç unutmuyorum:
Bavulumdan çıkardığım mantıyı dolaba koyduğumda attıkları kahkahayı
(mantıyı akabinde gideceğim Viyana’ya götürüyordum),
Tüm gün bittiğinde pijamalarımızı giyip, birinin yatağına
doluştuğumuzda; Sevgi’nin yastığa yayılan turuncu saçları, Mirhan’ın her
zamanki gibi özenle kıyafetlerini katlaması, yandan yandan gülmesi ve Semiha’nın
yatağın orta yerine bağdaş kurup, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatması,
Bir de o sivil toplum kuruluşu temsilcisinin birden zonk diye Kurdistan haritasını
açıp, bundan haberiniz var mı diye sormasının gencecik, nerdeyse çocuk zihinler
için önceden kurulmuş zalimliğini.
En güzeli hepimizin yerelden gelmiş ve dünyaya açık olması idi.
Köy, yerel, anane dede, o gelenek lugatını hepimiz anında anlıyorduk.
Seviyorduk da dahası. Ayaklarımızı toprağa saplayıp, eteklerimizi dünyaya
savurma ve bu ikisinin arasında, birbirimizle dilediğince kendini kaybedebilme
özgürlüğü…hala devam ediyor.
Yine sevdiğimiz bir hocamızla Vera’nın karşısında içiyorduk. Türlü türlü
tartışmalar, Yeşil Efe’ler, hayat, siyaset, dünya, kadın-erkek, bitmeyen
sohbetler. Hönk diye Semiha Hintli sevgilisiyle içeri girdi. Sonra Sevgi
kadehini Barış’a (abisi) kaldırdı ve ağlamaya başladı. Semiha gözünde o harika
ışıltı ile çıktı gitti. Sevgi yere yatıp ağlamaya başladı. Hiç birimiz yerden
kaldıramadık. Bizi nazikçe kovdular. Ben Sevgi’nin bir kez daha hastası oldum,
yere yatıp, iki yıl ağladığı ve teskin olmadığı için. Sonra e hadi biraz
dansedelim dedik gayet sakin. Line mıydı, Roxy miydi, neydi hatırlamıyorum.
İçeri girdik, bayağı bir dansettik. Sonra ben hangisiydi hatırlamıyorum,
düşücem dedim. Birine düşücem diyebilmek harikadır benim gibi bir survival of
the fittest ekolünden gelen kız çocuğu için. Önümde güçlü, yumuşak, tatlı bir
omuz belirdi bir anda, hangisiydi hatırlamıyorum. Tüm gücümle düştüm, bilincim
kapandı. Ayıldığımda taksideydim. Abi kenara çek kusucam dedim. Kusarken
arkadaki taksi durdu, içinden kızlar çıktı, şahitler eşliğinde kustum. Sonra
sabah, birinin temiz, sabun kokan yatağında uyandım, yağda yumurta yedik.
Birer birer gelin olundu tabi.
Sevgi, Semiha ve Mirhan çok güzeldi.
Ama Ezgi, asıl gelinliği giymesinden önceki iki yıl önce Moda’da
buluştuğumuz günü hiç unutmuyorum.
Moda’da daha önce balon gibi şeyler vardı, içine oturup, çay kahve
söylüyordun. Denize bakabilip, kış olsa da üşümeyebiliyordun böylece.
Ah Ezgim neye yanıyorsun artık anlat dediğimde, anlattıklarına hala
kalbim atıyor. (Beyin, serotonini sal canım). O öyle cesur bir kadındı ki…Tüm o
ketumluğunun, akılcılığının yanında hiç olmayacak denilen birine aşık olmuştu.
Ay olmuştu işte yani! Çok kaotikti. Hiç olacak iş değildi. Ama o yaptı. Usul
usul kalbinin peşinden gitti. Babasız ve kısıtlı anneli çocukluğunun tüm
güvenli bağlanamış altyapısının getirdiği karambolleri, toplumca çok kabul
gören, daha iyisi olmaz diye burnuna sokulan bir evliliğin kelepçelerini, kırmadan,
incitmeden, ama aslında diğer hikayeden hiç de emin olmayarak, sadece başka
türlü yapamayacağı için, o Ezgi olduğu için, zarifçe, insanca, hukuğa uygun
yerine koydu.
Onun giydiği gelinliği asla unutmayacağım. Şapkasının, yüzünü yarı
kaplayan tülünün altındaki gülüşünü…
Semiha’nın ev kıyafetlerine özen göstermesine bayılırım. Sütyen, kilot
ve sabahlık ondan sorulmalı. Bir de Güney Afrika. Ayağını çok kötü incitmişti
Güney Afrika gezisinde. Resmini gönderdiğinde gördüğüm şeye öyle üzülmüştüm ki,
kızkardeşim yadellerde bir de ayağı kocaman şişmiş. Canım acımış, çok
üzülmüştüm. Bir an önce gelsin, bir daha gitmesin istemiştim.
Her türlü trend yine Mirhan ve Semiha’dan sorulur. Bu Mirhan’da az değildir pembe balinalar ile
yüzmeler, Caracas’a gitmeler…LSE, Nişantaşı, CDP’nin zümresiyle hoş olup, Ordu’da
benim pembe yanaklı, ailekar Mirhan’ım olması, babacığı ve çokça ablasına
bağlılığı ile hangi uçtaysan rahatça şıp diye oradadır, şu kadar zorlanmaz.
Sevgi benim kalbimdir. O olsa, hayat kendiliğinden, durduk yere
güzelleşir bence. Bana en kaybolduğum zamanlarda şehrini, ailesini, heyecanını,
neşesini ve şefkatini vermiştir. Bu salgında, ona olan özlemim serotonin
seviyemi sallar bence. Portakal rengi gözlerinin güneşten kısılmasını,
gülüşündeki iki tatlı ön dişten birinin pırıldayan ışıltısını, “ahay hof!” diye
birden sıkılmasını, kahkaha atarken konuşabilmesini, varlığından yayılan zeki,
insanca, deli ve sevimli havanın insanı zort diye içine almasını, benimle
birlikte her şeye salakça saşırabilmesini, “iyi ama kuşum o zaman” diye başlayan
sorularını, “hıı, ööle mi diyosun” dediğinde aşağı doğru bakıp, dudağını
tutarken ki eminsiz ama kabullü bakışlarını…çok özledim.
E madem serotonine bir kıyak geçecez, o zaman şunları da anlatmak lazım:
Bizim bir köşe lambamız, bir de müzik setimiz vardı Semiha’nın evinde. O
tatlı ışımız altında, müziğimizi açar, şirazımızı içer, kalın çoraplarımızı
giyer, battaniyenin altında dururduk. Çokça konuşur, yer içer, tatlı tatlı,
güvende, gevşemiş uyurduk. Dostlarım bilir, ben başkasının evinde uyuyamam. Saat kaç olursa olsun dönerim yani. Semiha’nın tüm evleri ve Semiha zihnimde sıcacık, demir gibi
güvenli, içinde endişe etmeme şu kadar gerek olmayan, türlü dünyalar ama yine
de aile ile dolu.
Berlin’de gece 3 sularıydı. Takribi 25-26 olmamız lazım. Çok sıkıldık,
çıktık, hiç bilmediğimiz sokaklarda yürümeye, laflamaya başladık. Niye bir gram
korkmadık acaba? Doğu Berlin diye mi? Lübnan’a da böyle gittiydik. Ben koşcam
dedim, birden koşmaya başladım. Semiha’da aynı anda, yok ya, bende koşcam sanki
dedi. Yıllarca, kahkaha atarak, tüm kız çocukluğumuzu tatlı kadınlara teslim
ederek gecenin bir yarısı hiç bilmediğimiz sokaklarda koştuk. Kapkara
sokaklarda, patlayan fişekler gibi kahkahalar attik, yorulana, tüm özgürlüğümüzü
bitirene kadar koştuk, kendimize bayıldık, küçük kadınlarımızı neşe ile sevdik.
Bir gün bok gibiyim. Çok fenayım ama. Spor yapalım dedi. Nasıl yani,
spor mu yapcaz dedim? Evet dedi, spor yapcaz. 6 ay gittik o salona. Her gün
birlikte iyileştik.
Bir gün hayatımda hiç anlayamadığım bir şey oldu. O kadar kötüydüm ki mide
bulantımdan servise binemedim. Nasıl yok olabilirim diye düşünüyordum kalbimin
kırıklığından. Bundan berbat ne olabilir acaba bir genç kadın için diyordum.
Sabahın yedisinde bayağı bir minibüs yolunda yürüdüm. Sonra Erenköy’e gitmişim.
Kapıyı zınk diye açtı, gel canım benim dedi, hiç soru sormadı. Salonumuzdaki
kanepeye hemen bir battaniye getirdi. Üzerimdekileri çıkaracak halim yoktu.
Yumuşacık da bir yastık getirdi. İçine girdim. Sıcaklığın içine kendimi gömdüm.
Dinlen canım benim dedi, endişeli ama güçlü. Saatlerce içinden çıkmadım. O
günlük hayatına devam etti. Kahvaltı hazırladı, işini yaptı, arada yanıma
gelip, iyi misin canım dedi. Ben ses vermedim. Battaniyeden burnumu çıkardığımda,
hadi gel, güzel bir yemek söyleyelim, sonra da film izleyelim dedi. Sonra ben
neşeleneyim diye Ömrü’yü (kardeşini) çağırdı. Çok severim ben Ömrü’yü. Sonra
uyku uyuyabildim. Ait olduğum yerde, güvende ve aile içindeydim. Başka bir
yerde uyanmak, o ev Semiha’nınsa artık korku veya karışıklık değildi.
Çok evlerimden birinde de İzmit’te yaşadım ben. Ford’da çalışıyordum, iş
yerine ve annemin evine 1 adım diye bir kerbelaya taşınmakta tereddüt
etmemiştim. Berbat bir semt, geniş güzel bir ev, ama bomboş. Sonra bahçede sigara
içerken tatlı bir kız ile tanıştım. Böyle saçları lüle lüle. Muhteşem bir ses
tonu. Mesafeli, nazik. Ama tatlı. E ben de bayağıdır şu ilerideki sitede
oturuyorum dedi. “He Okan’la aynı site mi, ama o çok sıkılıyormuş, sen hiç
mutsuz değilsin, niye dedim?” Bilmem, bence fena değil dedi. Sonra bir iş
çıkışı bize gelsene kahve içeriz dedim. E geleyim, olur dedi.
O bilmez ama, kendi ile bu kadar barışık, sakin, kıymetli şeyler ile
dolu, tatlı tatlı konuşan, hayatın değerli kısımları ile ilgilenen, mesafeli
ama sıcacık, gözlerinin içi canlılıkla dolu bir kız oturuyordu karşımda. Az
bulunacak bir tutarlılık, kırıtık bir bilgelik, üstelik fal bakmayı da benim
kadar seviyor. O zaman binmiyordu ama, ben hemen Gül’ün bisikletinin arkasına
atlayıverdim. Güneş işığının altında, bu enerji dolu, lüle saçlı kızın
arkasında türlü sohbetler ettim. İlk ev yapımı sebastian’ı onun evinde yedim. İlk
çıplak pozumu onun deklanşörüne verdim. Bir gün kano yapmaya gidelim dedi. O
günün keyfini, çayırların üzerinde zıplaya zıplaya çektiğimiz resimleri ve
arkasına eklediği Beirut’un hangi şarkısı bilmiyorum ama melodisini
unutmuyorum. Süslenip, buluştuğumuz, içtiğimiz kahveler eşliğinde “ay yeni ne
aldın kendine” sorusunu en zevkli onunla cevapladığım için, birlikte güneşin,
havanın güzelliğine bakıp, gerçek bir umut etme zevkini paylaştığımız günleri serotonin
seviyeme ekliyorum.
Ayy, hep kadınları mı özlemişim yani bu salgında?
Yalan, kulliyen yalan.