Doğudan batıya bayram
biriktirmelerimi yazacaktım. Gerçek bir hikaye anlatıcısı gibi, değişik
dahiliyetler içinde hasbihal edecektim.
Efendim, gecenin 23.00 ünde dört
tepsi ev yapımı baklava siparişini, Dominos’a inat 15 dakikada eve teslim edebilen
bayramın 24 saat açık baklavacı Ali Ustası,
Hala bayramlaşmak için kapı çalan ve sadece şeker verdiğinde sevinebilen komşu çocuklar (para vermeme gerek olup olmadığını bin kere sorduğum),
25 kişinin üstünde rakıma sahip çocuklar ve büyüklere ayrı sofraların kurulduğu bayram kahvaltıları,
Zorla bayram namazına götürülen ama dönüşte bu rituele uymaktan memnun evin delikanlıları,
Masanın üzerinde duran ve kapağının kaybolması farz olan kolonya şişesi,
Yılın mübarek günleri bir araya gelen ipini akrabalığın sonsuz hoşgörüsü ile koparan gürültülü, fıngırdak veyahut çekirdekbaz kuzenler,
Çaylar, kahveler, kavurmalar ve tabiki yer yatakları,
Herkesin çatısının altında öyle veya böyle, çocukları ve torunları ile mışıldaması ile kemikleri gevşeyen, Allah’a şükür eden doğunun güzel anneleri…
Hala bayramlaşmak için kapı çalan ve sadece şeker verdiğinde sevinebilen komşu çocuklar (para vermeme gerek olup olmadığını bin kere sorduğum),
25 kişinin üstünde rakıma sahip çocuklar ve büyüklere ayrı sofraların kurulduğu bayram kahvaltıları,
Zorla bayram namazına götürülen ama dönüşte bu rituele uymaktan memnun evin delikanlıları,
Masanın üzerinde duran ve kapağının kaybolması farz olan kolonya şişesi,
Yılın mübarek günleri bir araya gelen ipini akrabalığın sonsuz hoşgörüsü ile koparan gürültülü, fıngırdak veyahut çekirdekbaz kuzenler,
Çaylar, kahveler, kavurmalar ve tabiki yer yatakları,
Herkesin çatısının altında öyle veya böyle, çocukları ve torunları ile mışıldaması ile kemikleri gevşeyen, Allah’a şükür eden doğunun güzel anneleri…
Doğu’nun bayramlarını, amazonlara
özgü bir çeviklik ile yerine zerkeden doğunun güçlü, travmaları kabul
ediş demiriyle düzleyen, varoluşunu, kanının yaşamına adayan güzel anneleriydi.
Hikayeleri geri çevirdiğim nokta
da tam bu oldu aslında.
Batının bayramlarında
biriktirdiklerimin biraz kelimesi değişik oldu sadece.
Bence onun sebebi de kapitalizmin
ezdiği, 24 saat açık beyaz yakanın iki kuruş “national holiday” inde aklına
gelen her özlediğini bir haftalık bayram tatiline sığdırma telaşından ne yapacağını
şaşırması ile yakından ilgili.
Ailesiyle bayram kahvaltısı yapsa,
gitti iki gün. Tatile gitse, amcası kızar niye gelmedin diye. Denize girmesi
lazım, bari sonunu bir şehir dışı akraba ziyaretiyle bağlar vicdanen. Tatilde
çocukları çatlatır, trafikte heba olur. Mutlaka bir ol ekskulusiv otel veya
ananeli, bakıcılı konforojen “villa tipi” ev tutulur. Bekaristan veya yeni evli
çift için yeni yerler, değişik bişeyler görülmesi, “deneyimlenmesi”, tatilin
verimli geçmesi için bir ön şart. Dönüşü acı çünkü.
Tatil tüm ertelenmişliklerle
yüzleşme makamı beyaz yaka için.
Burada bir kırılım daha yaşadım.
Batı, büyük şehirler ve beyaz yaka ne zaman oldu gözümüzde?
Aile ile vakit geçirmek ne zaman
tatilimizden çalmaya başladı?
İnsan ilişkileri ve teknolojinin
göbeğinde iyice keskinleşen profesyonel yaklaşımımız,
İyi üniversitelere girme ve toplumda yer edinme telaşı içinde erimiş yeteneklerimizi unuttuğumuz “konumumuz” veya “maaşlarımız”,
Bir türlü bulamadığımız ruh eşleri, olmayan çocuklarımız, çalamadığımız gitarlar ve açamadığımız kafelere indirgeyemeyeceğimiz umutsuzluk ve karmaşıklıklar içinde…
İyi üniversitelere girme ve toplumda yer edinme telaşı içinde erimiş yeteneklerimizi unuttuğumuz “konumumuz” veya “maaşlarımız”,
Bir türlü bulamadığımız ruh eşleri, olmayan çocuklarımız, çalamadığımız gitarlar ve açamadığımız kafelere indirgeyemeyeceğimiz umutsuzluk ve karmaşıklıklar içinde…
Batının bayramlarını sırtımıza
örten…kimlerdir?
Anne babalarımız veya bunların
yerine geçen edinimlerimiz ne ise, bayram bunlarla konumlandığında tamamlanıyor
işte.
Şöyle şeker yerdik, böyle eski
bayramlardı, nerde o aile bıdı bıdısı, ah ah vah vahlardan sıkılıyorum biraz.
Doğu ile batının hikaye
anlatıcısına verdiği kelimelerin rüşvetine ağzım sulansa da bayram yazımı bu
sağanağa vermeyeceğim.
Feysbuka da koyacağım için, yazıya toplumsal elit bir arabesk katmalı,
estetik bir kendine kendine konuşma havası yaratmalı, tüm dikkatleri
sözde mütevazi bir biçimde kendime çekmeliyim.
Bayram konusunda eskiyi ve aileyi
özleyiş, ona hürmet ihtiyacı metaforu ile aklıma gelenleri "içimizdeki bin"lere
yöneltmek istiyorum.
Yıllar yılı bin tane olan içimde
hangisinin ben olduğumu bulacağım ve bir karakter oturtacağım diye canım çıktı.
Olay öyle değilmiş hacı.
Orta seviye zekanın az üstünde
olan ben, biraz daha fazla aileli bayram yaşasaydım sanırım bu kadar vakit
kaybetmezdim.
Misal bende kendimi bildim bileli
bir "Rudolfo" var.
Böyle ince uzun, yakışıksız bir
delikanlı.
Siyah pelerini var. İnce uzun,
bayağı beyaz tenli bir suratı. Vampire yakın ama sevimsiz değil.
Asası var, tahtadan. Dalgalı, kıl
kuyruk saçlarını, eski yağlı saçlı rakçılar gibi arkadan bağlar.
Kuul bi insan. Az konuşur. Zırt
bırt görünür. Cenk & Erdem' e bayılırdım. Misal vermek gibi olmasın ama onun Erdem’e
benzeyen bir versiyonu gibi. Tatlı da bir yandan.
Bu benim 35' li yaşlarıma kadar
günde iki bin kere asasıyla karşıma çıkıp, anksiyetesini zort diye söyleyiverirdi
bana. Ay, “o ööle olur da, söyle olur mu
acaba?”, “bu böyle dedi ama, şunu mu demek istedi sanki?”, “böyle yapıyorsun
ama böyle mi olmalı?”, “böyle yaptın ama geçen gün böyle demiştin?”
Ne süperegoymuş arkadaş!
Fütursuz.
Yedi bu Rudolfo beni bitirdi. Havalandı,
bir kademeye geldi içimde. Sanırsın bi bundan oluşmuşum. Ekselans gibi bir şey.
Bir de dağların kızı olmasa bile,
şehirlerin çilekeş, sebatlı ama yetim, pek masum kızı Haydi var. Bu da ayrı bir hikaye. 7 yaşlarında, kahküllü, tatlı, küçük tırnakları ojeli bir kız. Şimdi
seviyor da insan bunu. Kıyamıyor. Tatlı, hüzünlü, kafası karışık, sıcak bir şey.
Sürekli kollarını açıp, bekliyor. Kolunu açmasa, içimden bana japon çizgi
filmlerindeki karakterlerin koca, kırpışan gözleri ile bakıyor. Bir ezik bir ezik. Buna üzülmekten bir kurtuluyorum bazen, göz hizasına eğilip onunla konuşmayı öğrendim oğlum doğunca. Öyle ağlak ağlak nereye kadar!
Çok uzun yıllar bir tane bayağı yakışıklı
bir delikanlı vardı içimde. Esmer, yanık tenli, kibar, çok seksi. Uzun
zamandır görmedim. Ama varlığının kokusunu hissediyorum. Öyle olmasından bende
o da memnunuz sanırım. Kendi içiyle flört eder mi insan? Sorular bunlar bence.
Tabi ki Şatafat Abla süslü terliği
ile içimde hala tırnaklarını törpülüyor. Kendisinin hala hastayım. Sigarasını
tutuşunu, mahallede takılışını, televizyoncu abi ile muhabbetini, tırnaklarına sürdüğü vişne çürüğü ojeyi, yüzündeki yerli yersiz makyajı, özgürlüğünü ve yerelliğini, pazardan aldığı taze
meyveleri, gündelik hayatın şıkırtılı tüm yönlerine olan merakını, taşlı
yüzüğünü kahve fincanın üstüne bırakmasını sevgiyle izliyorum.
Uzun süre İnci Hoca’ yı da izledim
içimde. Akademik bir insan. Bayağı profesördü. Omzunda haki yeşil, yünden bir
şalı vardı. Saçları çenesi hizasında küt kesilmiş, yüzünde az makyaj vardı. Çok
sakin bir sesle ders anlatıyordu. Öğrencilere kapalı, resmi, oldukça bilgili,
tamamen bambaşka bir dünyadan düz bir ses tonu ile bambaşka hikayeler
anlatıyordu. Ben duyuyordum. Bence tüm öğrencileri duyuyordu. Muhteşemdi. Ama
muhteşem olmaktan, değmekten iğrenir bir havası vardı. Dersi anlatıp, hemen eve
kaçmak ister, kitaplarına, buz gibi sakin ve az eşyalı evine, kendisine
yapılacak olan türk kahvesine kaçmak ister gibi bir havası vardı. Koca İnci Hoca kendi kahvesini kendi yapacak değildi ya! Nasıl bütün bunları zihninde tuttuğuna, tüm bunların siyasal tarih
içinde izini takip ettiğine inanamaz, o konuşunca saygıyla izlerdim. Bunun adı
hayranlık olsa idi, belki de başka olabilir miydi?
Bir süre sonra bir odanın içinde
hapsedilmiş, gençten, spor giyinimli bir geç kızın kafasını kıvrılmış dizlerine
dayadığını ve yerde bir şeyleri beklediğini gördüm. Vişne çürüğü, ispanyol paça kotu
hoşuma gitti. Saçları, küçük dik göğüsleri hoşuma gitti. İşin aslı gençliği ve
kendisinden yapılabilecekler hoşuma gitti. Ona çok üzülmedim. Sadece
sıkılmaması iyi olurdu.
Böyle çok uzun bir yazı olacak
gibi oldu. Bin dedim ya. Hakikaten çoklardı içimde. Birbirinden türlü türlü
cinste, inanış ve geçmişte kadın ve erkeklerle doluydu içim.
Kimi örnek almalıydım?
Bu soruyu oluşturup zihnimde, cevabı değerlendirecek bir zekam olsa idi, başka olabilir miydi o dönemlerde?
Ben zekamı sonradan
keşfedenlerdenim. O nedenle çok zeki olduğumu söyleyemeyeceğim.
Bilememek çok tuhaf bir şeydir.
Bilmeyi, sınırların
kolaylaştırdığını düşünürüm. Bana duygulardan, sıcaklıktan başka hiç bir şey
“given” verilmedi.
Tek bildiğim sıcak ve iyi yürekli
kucaktı. Bir de komik bir özgürlük. Dönemine tuhaf düşen merhamet ve bilme
isteği ile kırpışan bir özgürlük.
Bu bayramı, kendimi arama itkimde
ilk sembolleri kendi olması ile sezgilerime gömen anneme armağan ediyorum… bir
çok yetimden kanımın her damlasında özür dileyerek.
35' lere geldiğimde bir kitap
okudum. Anam!!! İçinizdeki Rudolfo’ya mukayyet olun diyordu. Meğersem abim
ekselans değilmişşş!!! Onun görevi beni tehlikelerden korumak, bana tehlike ile
ilgili bildiklerini ben “izin verirsem” aktarmakmış! Rudolfo’ya bak! 35 yıldır
ne kanlanmış! Gerçi zavallımın içimde üstünlük kurmak gibi bir zekası da yok,
görev bilincini abartmış meğersem.
Bunu karşıma aldım. Sakince bana gelmeden düşünmesini, her topladığı çer çöpü önüme koymamasını, “onun asıl görevinin beni korumak” olduğunu kendisine söyledim. “Rudolfo! Beni koruyacaksın! Ben izin vermeden beni rahatsız etmeyeceksin. Bunun için sana teşekkür ediyorum.” Rudolfo şimdi hala çokça görünüyor bana. Gözlerine bakıyorum. Sakince, tatlıca, asasının etrafında geri dönüp, konuşmadan gidiyor. Ona güveniyorum. Anksiyetesine alıştım. Görev bilincine saygı duyuyorum. Hızı azaldı. Hızının azalması ve karnından konuşmaması oldukça önemli. Hala zayıfladığımda hızını arttırıyor, cozutması an meselesi oluyor. Ama az biraz da tırsıyor benden. Hakim kim… ikimizin de bilmeye ihtiyacı varmış.
Bunu karşıma aldım. Sakince bana gelmeden düşünmesini, her topladığı çer çöpü önüme koymamasını, “onun asıl görevinin beni korumak” olduğunu kendisine söyledim. “Rudolfo! Beni koruyacaksın! Ben izin vermeden beni rahatsız etmeyeceksin. Bunun için sana teşekkür ediyorum.” Rudolfo şimdi hala çokça görünüyor bana. Gözlerine bakıyorum. Sakince, tatlıca, asasının etrafında geri dönüp, konuşmadan gidiyor. Ona güveniyorum. Anksiyetesine alıştım. Görev bilincine saygı duyuyorum. Hızı azaldı. Hızının azalması ve karnından konuşmaması oldukça önemli. Hala zayıfladığımda hızını arttırıyor, cozutması an meselesi oluyor. Ama az biraz da tırsıyor benden. Hakim kim… ikimizin de bilmeye ihtiyacı varmış.
İnci hoca belirli bir süre sonra içimden gitti. Yerine yine küt saçlı modern kıyafetli, çok zarif bir akademisyen geldi.
Kendisine özeniyorum. Sanırım hukukçu. Tam emin değilim alanından, işletme
hocası olabilir. İçimde onu büyütüyorum. Zarif elleri ile tahtaya yazışını,
öğrencileri ile nazik, modern, sakin ve konuşmacı iletişimini beğeniyorum. İnci
hoca kadar neolitik çağdan itibaren tüm siyasi coğrafyayı kazık gibi sokmuyor
insanın sınırlı beyninin çeperlerine. Ne tuhafmış. Gencecik beyinlere bilgi
aktardığını sanırken ya damarlarını gerçeğin buzuyla patlatmak veya hiç
değememek. Akademisyenlik profesyonel bir meslek. Bilim insanlığı veya
araştırmacılık başka. Bildiklerini insana aktardığın noktada bir sübap olmalı.
Bu sübapa ayar verebilen, bencilleşmeyen, insan sevgisini, yaratma, keşfetme
isteği ile profesyonelce dengeleyebilen üniversitelerde öğretim üyesi olmalı
düşüncesindeyim. Bu gibi sorularla hala başa çıkabilmiş olmasamda zaman zaman
içimde öğrencilerine beyaz gömleği ve bakımlı yüzü ile sakince ders anlatan,
bilgiyi onlara bırakabilecek kadar onlara güvenen, yeni hocayı çağırıyorum zihnimde. Bazen de fırsat buldukça bu görüntüyü zihnimde
berraklayan gerçek bir insana dokunuyorum.
Şatafat ablanın yeri kalbimizde
daim.
Esmer yakışıklı delikanlıyı
saldım. Estetiğin, doyum olmadığını öğrendi güzelliğim.
Haydi hala sıkıntı. Onunla dalga
geçmesinden rahatsız olmayacağım bir Diyarbakır' lı Peter buldum kendime. Rudolfo bayağı bir sıkıntı çıkardı, aksiyetesi tavan yaptı. Rudolfo’ya “hoop bilader” dedi tatlı tatlı, Haydi keçi, dağ mağ görünce bayıldı tabi Peter' e.
Varlığının, tüm bayramlarımı tamamladığı eşceğizim...
Bitmedi, bana dost verdi hayat.
Kesiklerimde,
kanlarımın içinde, kahkahamda, günlük hayatımın tam ortasında, sapkınlığım,
zekam ve huzurumu tüm iyi niyetiyle dizginleyen, binin içinde kaybolmadan,
küçük kız çocuğumu nazikçe büyüten, Şatafat Abla' ya izin veren, Esmer Abi' nin virajlarına yargılamadan eşlik eden, aileyi hatırlatan, battaniyeden, neşeden,
çocuğumun merhametine ortak olan, kitapları, dünyayı, aileyi bana gezdiren…dost
verdi.
Bayramımız şükürlerle kutlu
olsun. İçimdeki bini kabul eden, beni büyüten tüm büyüklerimin
ellerinden öperim.