6 Şubat 2021 Cumartesi

Kulliyen

 Bilimsel açıdan, beynin serotonin seviyesini dengede tutma eğilimi ile ilgiliymiş.

Soru grubumdan gelen yanıtlar:  Birbirimiz için süslenip, püslenip, iyi bir yemek, akabinde şişeler kadehler, rotasız sohbetler, ne istersek yapabiliriz hissi, ota hopa gülme, edebi ve akademik hayattan son dedikodular, kitap ve dizi önerileri, gündelik hayatın komikliği, bir süpürgenin özeliklerini onların ağzından dinlemeyi her türlü kültürel aktiviteye tercih etmenin muzip göz kırpışı, tüm enerjinin şangır şungur kahkahalara, entellektüel sorulara devrilmesi…

Beynimin hatrını mı kırcam, bu beş kadın ile olduğum 16 yılın her gününü özlerim yani.

Varoluşumuzda çığır açan Halil hocanın sınavlarından önce Mirhan’ın evinde kampa girerdik. Önce ciddiyetle yerde bağdaş kurup, dört beş kişinin tartışması ile başlayan gecelerin, iki bin kişi ve şişe ile sonlanan sabahları iyi hoş güzeldi de; en güzeli hocanın, “çocuklar sınavınız 4.5 saat sürecek, her türlü kitabı açabilirsiniz, benim için sınav bir öğrenme biçimidir, bu sınavda öğrendiğiniz şeyleri unutmayacaksınız, o da sizi geçirir, kasmayın” demesi ile birbirimize attığımız “yedik zokayı” bakışımızı hiç unutmuyorum. Sınavdan 4.5 saatten önce çıkan olmadı. Beynimizin iç çeperini kağıda bırakmıştık diyebilirim. Arkasından enstitünün lokaline gittiğimizde hepimizin koltuklara serildiğini, ne var ne yok içtiğimizi ama beyin ayıklığından en ufak sarhoş olmadığımızı hatırlıyorum.

Brüksel’e gittiğimizde uyuyacak hep 3 saatimiz oldu. Program öyle yoğundu ki, parlementoya gidilecek, konsey görülecek, arada kültür gezisi yapılacak, konsolosluk ziyaret edilecek, sivil toplum kuruluşu ile münazaraya katılınacak, gece hayatı yaşanacak, işeyen çocuklu meydan görülecek, yerel yemekler yenecek, bir de buz gibi hava. Üç şeyi hiç unutmuyorum:

Bavulumdan çıkardığım mantıyı dolaba koyduğumda attıkları kahkahayı (mantıyı akabinde gideceğim Viyana’ya götürüyordum),

Tüm gün bittiğinde pijamalarımızı giyip, birinin yatağına doluştuğumuzda; Sevgi’nin yastığa yayılan turuncu saçları, Mirhan’ın her zamanki gibi özenle kıyafetlerini katlaması, yandan yandan gülmesi ve Semiha’nın yatağın orta yerine bağdaş kurup, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatması,

Bir de o sivil toplum kuruluşu temsilcisinin birden zonk diye Kurdistan haritasını açıp, bundan haberiniz var mı diye sormasının gencecik, nerdeyse çocuk zihinler için önceden kurulmuş zalimliğini.

En güzeli hepimizin yerelden gelmiş ve dünyaya açık olması idi.

Köy, yerel, anane dede, o gelenek lugatını hepimiz anında anlıyorduk. Seviyorduk da dahası. Ayaklarımızı toprağa saplayıp, eteklerimizi dünyaya savurma ve bu ikisinin arasında, birbirimizle dilediğince kendini kaybedebilme özgürlüğü…hala devam ediyor.

Yine sevdiğimiz bir hocamızla Vera’nın karşısında içiyorduk. Türlü türlü tartışmalar, Yeşil Efe’ler, hayat, siyaset, dünya, kadın-erkek, bitmeyen sohbetler. Hönk diye Semiha Hintli sevgilisiyle içeri girdi. Sonra Sevgi kadehini Barış’a (abisi) kaldırdı ve ağlamaya başladı. Semiha gözünde o harika ışıltı ile çıktı gitti. Sevgi yere yatıp ağlamaya başladı. Hiç birimiz yerden kaldıramadık. Bizi nazikçe kovdular. Ben Sevgi’nin bir kez daha hastası oldum, yere yatıp, iki yıl ağladığı ve teskin olmadığı için. Sonra e hadi biraz dansedelim dedik gayet sakin. Line mıydı, Roxy miydi, neydi hatırlamıyorum. İçeri girdik, bayağı bir dansettik. Sonra ben hangisiydi hatırlamıyorum, düşücem dedim. Birine düşücem diyebilmek harikadır benim gibi bir survival of the fittest ekolünden gelen kız çocuğu için. Önümde güçlü, yumuşak, tatlı bir omuz belirdi bir anda, hangisiydi hatırlamıyorum. Tüm gücümle düştüm, bilincim kapandı. Ayıldığımda taksideydim. Abi kenara çek kusucam dedim. Kusarken arkadaki taksi durdu, içinden kızlar çıktı, şahitler eşliğinde kustum. Sonra sabah, birinin temiz, sabun kokan yatağında uyandım, yağda yumurta yedik.

Birer birer gelin olundu tabi.

Sevgi, Semiha ve Mirhan çok güzeldi.

Ama Ezgi, asıl gelinliği giymesinden önceki iki yıl önce Moda’da buluştuğumuz günü hiç unutmuyorum.

Moda’da daha önce balon gibi şeyler vardı, içine oturup, çay kahve söylüyordun. Denize bakabilip, kış olsa da üşümeyebiliyordun böylece.

Ah Ezgim neye yanıyorsun artık anlat dediğimde, anlattıklarına hala kalbim atıyor. (Beyin, serotonini sal canım). O öyle cesur bir kadındı ki…Tüm o ketumluğunun, akılcılığının yanında hiç olmayacak denilen birine aşık olmuştu. Ay olmuştu işte yani! Çok kaotikti. Hiç olacak iş değildi. Ama o yaptı. Usul usul kalbinin peşinden gitti. Babasız ve kısıtlı anneli çocukluğunun tüm güvenli bağlanamış altyapısının getirdiği karambolleri, toplumca çok kabul gören, daha iyisi olmaz diye burnuna sokulan bir evliliğin kelepçelerini, kırmadan, incitmeden, ama aslında diğer hikayeden hiç de emin olmayarak, sadece başka türlü yapamayacağı için, o Ezgi olduğu için, zarifçe, insanca, hukuğa uygun yerine koydu.

Onun giydiği gelinliği asla unutmayacağım. Şapkasının, yüzünü yarı kaplayan tülünün altındaki gülüşünü…

Semiha’nın ev kıyafetlerine özen göstermesine bayılırım. Sütyen, kilot ve sabahlık ondan sorulmalı. Bir de Güney Afrika. Ayağını çok kötü incitmişti Güney Afrika gezisinde. Resmini gönderdiğinde gördüğüm şeye öyle üzülmüştüm ki, kızkardeşim yadellerde bir de ayağı kocaman şişmiş. Canım acımış, çok üzülmüştüm. Bir an önce gelsin, bir daha gitmesin istemiştim.

Her türlü trend yine Mirhan ve Semiha’dan sorulur.  Bu Mirhan’da az değildir pembe balinalar ile yüzmeler, Caracas’a gitmeler…LSE, Nişantaşı, CDP’nin zümresiyle hoş olup, Ordu’da benim pembe yanaklı, ailekar Mirhan’ım olması, babacığı ve çokça ablasına bağlılığı ile hangi uçtaysan rahatça şıp diye oradadır, şu kadar zorlanmaz. 

Sevgi benim kalbimdir. O olsa, hayat kendiliğinden, durduk yere güzelleşir bence. Bana en kaybolduğum zamanlarda şehrini, ailesini, heyecanını, neşesini ve şefkatini vermiştir. Bu salgında, ona olan özlemim serotonin seviyemi sallar bence. Portakal rengi gözlerinin güneşten kısılmasını, gülüşündeki iki tatlı ön dişten birinin pırıldayan ışıltısını, “ahay hof!” diye birden sıkılmasını, kahkaha atarken konuşabilmesini, varlığından yayılan zeki, insanca, deli ve sevimli havanın insanı zort diye içine almasını, benimle birlikte her şeye salakça saşırabilmesini, “iyi ama kuşum o zaman” diye başlayan sorularını, “hıı, ööle mi diyosun” dediğinde aşağı doğru bakıp, dudağını tutarken ki eminsiz ama kabullü bakışlarını…çok özledim.

E madem serotonine bir kıyak geçecez, o zaman şunları da anlatmak lazım:

Bizim bir köşe lambamız, bir de müzik setimiz vardı Semiha’nın evinde. O tatlı ışımız altında, müziğimizi açar, şirazımızı içer, kalın çoraplarımızı giyer, battaniyenin altında dururduk. Çokça konuşur, yer içer, tatlı tatlı, güvende, gevşemiş uyurduk. Dostlarım bilir, ben başkasının evinde uyuyamam. Saat kaç olursa olsun dönerim yani. Semiha’nın tüm evleri ve Semiha zihnimde sıcacık, demir gibi güvenli, içinde endişe etmeme şu kadar gerek olmayan, türlü dünyalar ama yine de aile ile dolu.

Berlin’de gece 3 sularıydı. Takribi 25-26 olmamız lazım. Çok sıkıldık, çıktık, hiç bilmediğimiz sokaklarda yürümeye, laflamaya başladık. Niye bir gram korkmadık acaba? Doğu Berlin diye mi? Lübnan’a da böyle gittiydik. Ben koşcam dedim, birden koşmaya başladım. Semiha’da aynı anda, yok ya, bende koşcam sanki dedi. Yıllarca, kahkaha atarak, tüm kız çocukluğumuzu tatlı kadınlara teslim ederek gecenin bir yarısı hiç bilmediğimiz sokaklarda koştuk. Kapkara sokaklarda, patlayan fişekler gibi kahkahalar attik, yorulana, tüm özgürlüğümüzü bitirene kadar koştuk, kendimize bayıldık, küçük kadınlarımızı neşe ile sevdik.

Bir gün bok gibiyim. Çok fenayım ama. Spor yapalım dedi. Nasıl yani, spor mu yapcaz dedim? Evet dedi, spor yapcaz. 6 ay gittik o salona. Her gün birlikte iyileştik.

Bir gün hayatımda hiç anlayamadığım bir şey oldu. O kadar kötüydüm ki mide bulantımdan servise binemedim. Nasıl yok olabilirim diye düşünüyordum kalbimin kırıklığından. Bundan berbat ne olabilir acaba bir genç kadın için diyordum. Sabahın yedisinde bayağı bir minibüs yolunda yürüdüm. Sonra Erenköy’e gitmişim. Kapıyı zınk diye açtı, gel canım benim dedi, hiç soru sormadı. Salonumuzdaki kanepeye hemen bir battaniye getirdi. Üzerimdekileri çıkaracak halim yoktu. Yumuşacık da bir yastık getirdi. İçine girdim. Sıcaklığın içine kendimi gömdüm. Dinlen canım benim dedi, endişeli ama güçlü. Saatlerce içinden çıkmadım. O günlük hayatına devam etti. Kahvaltı hazırladı, işini yaptı, arada yanıma gelip, iyi misin canım dedi. Ben ses vermedim. Battaniyeden burnumu çıkardığımda, hadi gel, güzel bir yemek söyleyelim, sonra da film izleyelim dedi. Sonra ben neşeleneyim diye Ömrü’yü (kardeşini) çağırdı. Çok severim ben Ömrü’yü. Sonra uyku uyuyabildim. Ait olduğum yerde, güvende ve aile içindeydim. Başka bir yerde uyanmak, o ev Semiha’nınsa artık korku veya karışıklık değildi.

Çok evlerimden birinde de İzmit’te yaşadım ben. Ford’da çalışıyordum, iş yerine ve annemin evine 1 adım diye bir kerbelaya taşınmakta tereddüt etmemiştim. Berbat bir semt, geniş güzel bir ev, ama bomboş. Sonra bahçede sigara içerken tatlı bir kız ile tanıştım. Böyle saçları lüle lüle. Muhteşem bir ses tonu. Mesafeli, nazik. Ama tatlı. E ben de bayağıdır şu ilerideki sitede oturuyorum dedi. “He Okan’la aynı site mi, ama o çok sıkılıyormuş, sen hiç mutsuz değilsin, niye dedim?” Bilmem, bence fena değil dedi. Sonra bir iş çıkışı bize gelsene kahve içeriz dedim. E geleyim, olur dedi.

O bilmez ama, kendi ile bu kadar barışık, sakin, kıymetli şeyler ile dolu, tatlı tatlı konuşan, hayatın değerli kısımları ile ilgilenen, mesafeli ama sıcacık, gözlerinin içi canlılıkla dolu bir kız oturuyordu karşımda. Az bulunacak bir tutarlılık, kırıtık bir bilgelik, üstelik fal bakmayı da benim kadar seviyor. O zaman binmiyordu ama, ben hemen Gül’ün bisikletinin arkasına atlayıverdim. Güneş işığının altında, bu enerji dolu, lüle saçlı kızın arkasında türlü sohbetler ettim. İlk ev yapımı sebastian’ı onun evinde yedim. İlk çıplak pozumu onun deklanşörüne verdim. Bir gün kano yapmaya gidelim dedi. O günün keyfini, çayırların üzerinde zıplaya zıplaya çektiğimiz resimleri ve arkasına eklediği Beirut’un hangi şarkısı bilmiyorum ama melodisini unutmuyorum. Süslenip, buluştuğumuz, içtiğimiz kahveler eşliğinde “ay yeni ne aldın kendine” sorusunu en zevkli onunla cevapladığım için, birlikte güneşin, havanın güzelliğine bakıp, gerçek bir umut etme zevkini paylaştığımız günleri serotonin seviyeme ekliyorum.

Ayy, hep kadınları mı özlemişim yani bu salgında?

Yalan, kulliyen yalan.