7 Aralık 2018 Cuma

Çeyrek Asır



Öncesinden gelip, içine bin bir dünya ile süzülen müziği, daha ilk nefesinde duymuş. Ürkmüş ürkmesine de, içine cesaret edebilme dehası bu sefer müziğe denk gelmiş her zaman savaşçısı gibi ilk nefesten yapılma ipin ucunu sımsıkı tutuvermiş. Rüyasında.

Uyanmış. Hatırlamamış.

Zaman ise allahtan tüm çocukların unutuverdiklerini sekmez, şaşmaz, kesinkez bir zamkla varoluşa tutturmuş da biz “müptelayım sana” yı dinleyebildik.

Bir insan etinde söndürdüğümüz hasretlerimizin sonucu olarak, o dudağın kenarındaki kokunun uyuşmuşluğu ile yaktığımız, yıktığımız veya kavurmak istediğimiz tüm şeylerin, insani...orada..ve bizden olduğunu, temelde aslında “kalbimizin hızla hızla attığını”, ellerimizin onu aradığını hissettik.

Basitçe, alıverdik.

Aşıkken ne zordur almak.

Çok güzeldik. Çok zekiydik. Çok cerahatliydik. Çok iyi ailemizin bir çocuğuyduk. Bir “çok” içinden her ne ise gelmiştik.

Gidiyordu.

Mütemadiyen “çok geç rastladığımız” bir şeydi.

Gidene kızmadan, “yanımda kal” diyebilemedik bu çokluktan. Ama onu dinledik.

Sese dirilemeyen kelimeler sakinledi.  Herkesi kovup, temkinli, denizlerle çepeçevre açıklara, bazen duvarlara, bazen yastığımızın üstlerine onu dinledik. Sonra uyumadan önce, mızıldanarak, belli belirsiz, onun kabullenmiş, cesaretli sesini tekrar ederek, çocukça “yanımda kal” diyebildik.

Yıllar geçti. “Çok”ça köşe törpülendi gibi oldu. Renklerin arasındaki geçişler yumuşadı. Geri gitmek ve ileri gitmekten ziyade hareketin aslolduğu hissi yerleşti.   Duraklar, durmalar bir değere bindi.  

Bir de sevdiğimiz insandan çocuk yapma şansımız oldu torpil olarak. Üremenin ve aile olmanın sildiği süpürdüğü kazık sorular, sarılıp sarmalandığımız yıllarcalık dostluk ve sürdürülebilir sevgiler, bilim ve kapitalist dünyanın gündeliği içinde serviste dinlediğimiz spotify 90' lı yıllarına dönüştü çoğu şarkı. Biz birbirini tanıyanlar, zaman zaman, zaman ayırdık ve birbirimizin dibinde, geçmişin tatlı küllerinin kıvılcımlarını avucumuzun içinde tutmaya çalışarak dinledik çoğu şarkıyı.

Onun çocuğu olmadı.

Dünya kadar canlıya baktı ama. Bir çocuğa verilebilecek annekar merhamet ve özeni yüzlerce hayvana kanındaki zorunlu testerona rağmen bölebilmeyi başardı.

Rüyasında tuttuğu ipin ucunu hiç bırakmadı. Dehasına hayatını adama cesareti gösterdi. İçinden geçen müziğin tüm coğrafyalarında hayatta kalmayı başardı. Neşeye değer verdi, “gir kanıma” dedi.

Dünyadan böyle bir ışığın geçmesine tanık oldum. Son ana kadar aşkını diri ve gerçek tuttu. Küstü, kapandı, ama almadı.

Allahın ışığı üstüne olsun. Canım benim.





23 Kasım 2018 Cuma

Black Friday!


"Yok bende yok...tekim" dedi.

"Ne yapayım abi senin için, gel eve su iç, ne bileyim çay yapayım sana! Bir şey iste benden gözünü seveyim!"

Ellerini tutayım, sırtını seveyim, yan yana oturalım,ya da sigara içelim, konuşmayalım demek istedim. Sigarayı tutan kaskatı, kıvrılamamış ellerine bakayım...Dirseklerimizi dizlerimize koyalım, ellerimizi çenemize...asfalta, yola bakalım.

Ölüm ne kadar senden.

Ölüm; küçük çay poşetinin içinde...oradaki küçük piknik tüpünün dibinde.

 "Benim çocuğum yok" dedi. Oğlanıma bakarak. Dişleri simsiyah olmuş, besinsizlikten kupkuru. Geçen gün eşini gördüm balkonda dedi, derin derin düşünüyordu, çok dalma çıkamazsın diye bağırdım, duymadı dedi.

Duymaz dedim.

"Üzgün müsün abi" çok dedim. Som kahverengi gözler, kurumuş avurtların üzerinde..sakin...şeytanın omuriliklerindeki kemikleri saymaktan bunalmayı çok gerilerde bırakmış...çekingen...keskin...çok yaşlı. Sanki cehennemde uzun yıllar yaşamış, yanacak eti kalmamış. Kemik, göz ve hırpalanmış büyük ellerinde belirgin bir ölümsüzlük var.

Hiç böyle bir kabullenmişliğin bu kadar yakınında bulunmamıştım. Vahsetin alabileceği hiç bir şeyi kalmamış Kerim Usta’nın.

-Çocuğu var mıydı?
-Üç yaşında dediydi galiba.
-Ne olacak şimdi?
-Olan oldu, ne olacak.

Gecenin on ikisi. Hala tahtaları kırıyor, çivileri çakıyor.  Yan binamızda, 26 yaşındaki işçisi sabaha karşı altıncı kattan düşen ve kafacığının kanlı parçalarını betondan kendi elleri ile temizleyen  Kerim Usta.

Ustam.


22 Ağustos 2018 Çarşamba

Bayram Tebrikatı



Doğudan batıya bayram biriktirmelerimi yazacaktım. Gerçek bir hikaye anlatıcısı gibi, değişik dahiliyetler içinde hasbihal edecektim.

Efendim, gecenin 23.00 ünde dört tepsi ev yapımı baklava siparişini, Dominos’a inat 15 dakikada eve teslim edebilen bayramın 24 saat açık baklavacı Ali Ustası,  

Hala  bayramlaşmak için kapı çalan ve sadece şeker verdiğinde sevinebilen komşu çocuklar (para vermeme gerek olup olmadığını bin kere sorduğum),

25 kişinin üstünde rakıma sahip çocuklar ve büyüklere ayrı sofraların kurulduğu bayram kahvaltıları,

Zorla bayram namazına götürülen ama dönüşte bu rituele uymaktan memnun evin delikanlıları,

Masanın üzerinde duran ve kapağının kaybolması farz olan kolonya şişesi,

Yılın mübarek günleri bir araya gelen ipini akrabalığın sonsuz hoşgörüsü ile koparan gürültülü, fıngırdak veyahut çekirdekbaz kuzenler,

Çaylar, kahveler, kavurmalar ve tabiki yer yatakları,

Herkesin çatısının altında öyle veya böyle, çocukları ve torunları ile mışıldaması ile kemikleri gevşeyen, Allah’a şükür eden doğunun güzel anneleri…

Doğu’nun bayramlarını, amazonlara özgü bir çeviklik  ile yerine zerkeden doğunun güçlü,  travmaları kabul ediş demiriyle düzleyen, varoluşunu, kanının yaşamına adayan güzel anneleriydi.

Hikayeleri geri çevirdiğim nokta da tam bu oldu aslında.

Batının bayramlarında biriktirdiklerimin biraz kelimesi değişik oldu sadece.

Bence onun sebebi de kapitalizmin ezdiği, 24 saat açık beyaz yakanın iki kuruş “national holiday” inde aklına gelen her özlediğini bir haftalık bayram tatiline sığdırma telaşından ne yapacağını şaşırması ile yakından ilgili.

Ailesiyle bayram kahvaltısı yapsa, gitti iki gün. Tatile gitse, amcası kızar niye gelmedin diye. Denize girmesi lazım, bari sonunu bir şehir dışı akraba ziyaretiyle bağlar vicdanen. Tatilde çocukları çatlatır, trafikte heba olur. Mutlaka bir ol ekskulusiv otel veya ananeli, bakıcılı konforojen “villa tipi” ev tutulur. Bekaristan veya yeni evli çift için yeni yerler, değişik bişeyler görülmesi, “deneyimlenmesi”, tatilin verimli geçmesi için bir ön şart. Dönüşü acı çünkü.

Tatil tüm ertelenmişliklerle yüzleşme makamı beyaz yaka için.

Burada bir kırılım daha yaşadım. Batı, büyük şehirler ve beyaz yaka ne zaman oldu gözümüzde?

Aile ile vakit geçirmek ne zaman tatilimizden çalmaya başladı?

İnsan ilişkileri ve teknolojinin göbeğinde iyice keskinleşen profesyonel yaklaşımımız,

İyi üniversitelere girme ve toplumda yer edinme telaşı içinde erimiş yeteneklerimizi unuttuğumuz “konumumuz” veya “maaşlarımız”,

Bir türlü bulamadığımız ruh eşleri, olmayan çocuklarımız, çalamadığımız gitarlar ve açamadığımız kafelere indirgeyemeyeceğimiz umutsuzluk ve karmaşıklıklar içinde…

Batının bayramlarını sırtımıza örten…kimlerdir? 

Anne babalarımız veya bunların yerine geçen edinimlerimiz ne ise, bayram bunlarla konumlandığında tamamlanıyor işte. 

Şöyle şeker yerdik, böyle eski bayramlardı, nerde o aile bıdı bıdısı, ah ah vah vahlardan sıkılıyorum biraz.

Doğu ile batının hikaye anlatıcısına verdiği kelimelerin rüşvetine ağzım sulansa da bayram yazımı bu sağanağa vermeyeceğim.

Feysbuka da koyacağım için, yazıya toplumsal elit bir arabesk katmalı,  estetik bir kendine kendine konuşma havası yaratmalı, tüm dikkatleri sözde mütevazi bir biçimde kendime çekmeliyim.

Bayram konusunda eskiyi ve aileyi özleyiş, ona hürmet ihtiyacı metaforu ile aklıma gelenleri "içimizdeki bin"lere yöneltmek istiyorum.

Yıllar yılı bin tane olan içimde hangisinin ben olduğumu bulacağım ve bir karakter oturtacağım diye canım çıktı.

Olay öyle değilmiş hacı.

Orta seviye zekanın az üstünde olan ben, biraz daha fazla aileli bayram yaşasaydım sanırım bu kadar vakit kaybetmezdim.

Misal bende kendimi bildim bileli bir "Rudolfo" var.

Böyle ince uzun, yakışıksız bir delikanlı.

Siyah pelerini var. İnce uzun, bayağı beyaz tenli bir suratı. Vampire yakın ama sevimsiz değil.

Asası var, tahtadan. Dalgalı, kıl kuyruk saçlarını, eski yağlı saçlı rakçılar gibi arkadan bağlar.

Kuul bi insan. Az konuşur. Zırt bırt görünür. Cenk & Erdem' e bayılırdım. Misal vermek gibi olmasın ama onun Erdem’e benzeyen bir versiyonu gibi. Tatlı da bir yandan.

Bu benim 35' li yaşlarıma kadar günde iki bin kere  asasıyla karşıma çıkıp,  anksiyetesini zort diye söyleyiverirdi bana.  Ay, “o ööle olur da, söyle olur mu acaba?”, “bu böyle dedi ama, şunu mu demek istedi sanki?”, “böyle yapıyorsun ama böyle mi olmalı?”, “böyle yaptın ama geçen gün böyle demiştin?”

Ne süperegoymuş arkadaş!

Fütursuz.

Yedi bu Rudolfo beni bitirdi. Havalandı, bir kademeye geldi içimde. Sanırsın bi bundan oluşmuşum. Ekselans gibi bir şey.

Bir de dağların kızı olmasa bile, şehirlerin çilekeş, sebatlı ama yetim, pek masum kızı  Haydi var. Bu da ayrı bir hikaye. 7 yaşlarında, kahküllü, tatlı, küçük tırnakları ojeli bir kız. Şimdi seviyor da insan bunu. Kıyamıyor. Tatlı, hüzünlü, kafası karışık, sıcak bir şey. Sürekli kollarını açıp, bekliyor. Kolunu açmasa, içimden bana japon çizgi filmlerindeki karakterlerin koca, kırpışan gözleri ile bakıyor. Bir ezik bir ezik. Buna üzülmekten bir kurtuluyorum bazen, göz hizasına eğilip onunla konuşmayı öğrendim oğlum doğunca. Öyle ağlak ağlak nereye kadar!

Çok uzun yıllar bir tane bayağı yakışıklı bir delikanlı vardı içimde. Esmer, yanık tenli, kibar, çok seksi. Uzun zamandır görmedim. Ama varlığının kokusunu hissediyorum. Öyle olmasından bende o da memnunuz sanırım. Kendi içiyle flört eder mi insan? Sorular bunlar bence.

Tabi ki Şatafat Abla süslü terliği ile içimde hala tırnaklarını törpülüyor. Kendisinin hala hastayım. Sigarasını tutuşunu, mahallede takılışını, televizyoncu abi ile muhabbetini, tırnaklarına sürdüğü vişne çürüğü ojeyi, yüzündeki yerli yersiz makyajı, özgürlüğünü ve yerelliğini, pazardan aldığı taze meyveleri, gündelik hayatın şıkırtılı tüm yönlerine olan merakını, taşlı yüzüğünü kahve fincanın üstüne bırakmasını sevgiyle izliyorum.

Uzun süre İnci Hoca’ yı da izledim içimde. Akademik bir insan. Bayağı profesördü. Omzunda haki yeşil, yünden bir şalı vardı. Saçları çenesi hizasında küt kesilmiş, yüzünde az makyaj vardı. Çok sakin bir sesle ders anlatıyordu. Öğrencilere kapalı, resmi, oldukça bilgili, tamamen bambaşka bir dünyadan düz bir ses tonu ile bambaşka hikayeler anlatıyordu. Ben duyuyordum. Bence tüm öğrencileri duyuyordu. Muhteşemdi. Ama muhteşem olmaktan, değmekten iğrenir bir havası vardı. Dersi anlatıp, hemen eve kaçmak ister, kitaplarına, buz gibi sakin ve az eşyalı evine, kendisine yapılacak olan türk kahvesine kaçmak ister gibi bir havası vardı. Koca İnci Hoca kendi kahvesini kendi yapacak değildi ya!  Nasıl bütün bunları zihninde tuttuğuna, tüm bunların siyasal tarih içinde izini takip ettiğine inanamaz, o konuşunca saygıyla izlerdim. Bunun adı hayranlık olsa idi, belki de başka olabilir miydi?

Bir süre sonra bir odanın içinde hapsedilmiş, gençten, spor giyinimli bir geç kızın kafasını kıvrılmış dizlerine dayadığını ve yerde bir şeyleri beklediğini gördüm. Vişne çürüğü, ispanyol paça kotu hoşuma gitti. Saçları, küçük dik göğüsleri hoşuma gitti. İşin aslı gençliği ve kendisinden yapılabilecekler hoşuma gitti. Ona çok üzülmedim. Sadece sıkılmaması iyi olurdu.

Böyle çok uzun bir yazı olacak gibi oldu. Bin dedim ya. Hakikaten çoklardı içimde. Birbirinden türlü türlü cinste, inanış ve geçmişte kadın ve erkeklerle doluydu içim.

Kimi örnek almalıydım?

Bu soruyu oluşturup zihnimde, cevabı değerlendirecek bir zekam olsa idi, başka olabilir miydi o dönemlerde?

Ben zekamı sonradan keşfedenlerdenim. O nedenle çok zeki olduğumu söyleyemeyeceğim.

Bilememek çok tuhaf bir şeydir.

Bilmeyi, sınırların kolaylaştırdığını düşünürüm. Bana duygulardan, sıcaklıktan başka hiç bir şey “given” verilmedi.

Tek bildiğim sıcak ve iyi yürekli kucaktı. Bir de komik bir özgürlük. Dönemine tuhaf düşen merhamet ve bilme isteği ile kırpışan bir özgürlük.

Bu bayramı, kendimi arama itkimde ilk sembolleri kendi olması ile sezgilerime gömen anneme armağan ediyorum… bir çok yetimden kanımın her damlasında özür dileyerek.

35' lere geldiğimde bir kitap okudum. Anam!!! İçinizdeki Rudolfo’ya mukayyet olun diyordu. Meğersem abim ekselans değilmişşş!!! Onun görevi beni tehlikelerden korumak, bana tehlike ile ilgili bildiklerini ben “izin verirsem” aktarmakmış! Rudolfo’ya bak! 35 yıldır ne kanlanmış! Gerçi zavallımın içimde üstünlük kurmak gibi bir zekası da yok, görev bilincini abartmış meğersem.

Bunu karşıma aldım. Sakince bana gelmeden düşünmesini, her topladığı çer çöpü önüme koymamasını, “onun asıl görevinin beni korumak” olduğunu kendisine söyledim. “Rudolfo! Beni koruyacaksın! Ben izin vermeden beni rahatsız etmeyeceksin. Bunun için sana teşekkür ediyorum.” Rudolfo şimdi hala çokça görünüyor bana. Gözlerine bakıyorum. Sakince, tatlıca, asasının etrafında geri dönüp, konuşmadan gidiyor. Ona güveniyorum.  Anksiyetesine alıştım. Görev bilincine saygı duyuyorum. Hızı azaldı. Hızının azalması ve karnından konuşmaması oldukça önemli. Hala zayıfladığımda hızını arttırıyor, cozutması an meselesi oluyor. Ama az biraz da tırsıyor benden. Hakim kim… ikimizin de bilmeye ihtiyacı varmış. 

İnci hoca belirli bir süre sonra içimden gitti. Yerine yine küt saçlı modern kıyafetli, çok zarif bir akademisyen geldi. Kendisine özeniyorum. Sanırım hukukçu. Tam emin değilim alanından, işletme hocası olabilir. İçimde onu büyütüyorum. Zarif elleri ile tahtaya yazışını, öğrencileri ile nazik, modern, sakin ve konuşmacı iletişimini beğeniyorum. İnci hoca kadar neolitik çağdan itibaren tüm siyasi coğrafyayı kazık gibi sokmuyor insanın sınırlı beyninin çeperlerine. Ne tuhafmış. Gencecik beyinlere bilgi aktardığını sanırken ya damarlarını gerçeğin buzuyla patlatmak veya hiç değememek. Akademisyenlik profesyonel bir meslek. Bilim insanlığı veya araştırmacılık başka. Bildiklerini insana aktardığın noktada bir sübap olmalı. Bu sübapa ayar verebilen, bencilleşmeyen, insan sevgisini, yaratma, keşfetme isteği ile profesyonelce dengeleyebilen üniversitelerde öğretim üyesi olmalı düşüncesindeyim. Bu gibi sorularla hala başa çıkabilmiş olmasamda zaman zaman içimde öğrencilerine beyaz gömleği ve bakımlı yüzü ile sakince ders anlatan, bilgiyi onlara bırakabilecek kadar onlara güvenen, yeni hocayı çağırıyorum zihnimde. Bazen de fırsat buldukça bu görüntüyü zihnimde berraklayan gerçek bir insana dokunuyorum.

Şatafat ablanın yeri kalbimizde daim.

Esmer yakışıklı delikanlıyı saldım. Estetiğin, doyum olmadığını öğrendi güzelliğim.

Haydi hala sıkıntı. Onunla dalga geçmesinden rahatsız olmayacağım bir Diyarbakır' lı Peter buldum kendime. Rudolfo bayağı bir sıkıntı çıkardı, aksiyetesi tavan yaptı.  Rudolfo’ya “hoop bilader” dedi tatlı tatlı, Haydi keçi, dağ mağ görünce bayıldı tabi Peter' e.

Varlığının, tüm bayramlarımı tamamladığı eşceğizim...

Bitmedi, bana dost verdi hayat.

Kesiklerimde, kanlarımın içinde, kahkahamda, günlük hayatımın tam ortasında, sapkınlığım, zekam ve huzurumu tüm iyi niyetiyle dizginleyen, binin içinde kaybolmadan, küçük kız çocuğumu nazikçe büyüten, Şatafat Abla' ya izin veren, Esmer Abi' nin virajlarına yargılamadan eşlik eden, aileyi hatırlatan, battaniyeden, neşeden, çocuğumun merhametine ortak olan, kitapları, dünyayı, aileyi bana gezdiren…dost verdi.

Bayramımız şükürlerle kutlu olsun. İçimdeki bini kabul eden, beni büyüten tüm büyüklerimin ellerinden öperim.