"Yok bende yok...tekim" dedi.
"Ne yapayım abi senin için, gel eve su iç, ne bileyim çay
yapayım sana! Bir şey iste benden gözünü seveyim!"
Ellerini tutayım, sırtını seveyim, yan yana oturalım,ya da sigara içelim, konuşmayalım demek istedim. Sigarayı tutan kaskatı, kıvrılamamış
ellerine bakayım...Dirseklerimizi dizlerimize koyalım, ellerimizi
çenemize...asfalta, yola bakalım.
Ölüm ne kadar senden.
Ölüm; küçük çay poşetinin içinde...oradaki küçük piknik tüpünün
dibinde.
"Benim çocuğum yok" dedi. Oğlanıma bakarak. Dişleri simsiyah
olmuş, besinsizlikten kupkuru. Geçen gün eşini gördüm balkonda dedi, derin
derin düşünüyordu, çok dalma çıkamazsın diye bağırdım, duymadı dedi.
Duymaz dedim.
"Üzgün müsün abi" çok dedim. Som kahverengi gözler, kurumuş
avurtların üzerinde..sakin...şeytanın omuriliklerindeki kemikleri saymaktan
bunalmayı çok gerilerde bırakmış...çekingen...keskin...çok yaşlı. Sanki
cehennemde uzun yıllar yaşamış, yanacak eti kalmamış. Kemik, göz ve hırpalanmış
büyük ellerinde belirgin bir ölümsüzlük var.
Hiç böyle bir kabullenmişliğin bu kadar yakınında
bulunmamıştım. Vahsetin alabileceği hiç bir şeyi kalmamış Kerim Usta’nın.
-Çocuğu var mıydı?
-Üç yaşında dediydi galiba.
-Ne olacak şimdi?
-Olan oldu, ne olacak.
Gecenin on ikisi. Hala tahtaları kırıyor, çivileri çakıyor. Yan binamızda, 26 yaşındaki işçisi sabaha
karşı altıncı kattan düşen ve kafacığının kanlı parçalarını betondan kendi
elleri ile temizleyen Kerim Usta.
Ustam.
Ahh ki ahhh.. Ölüm bu kadar yakın, ustanın umarsızlığı bu kadar derin anlatılır.. Yaz ki yaz yaz ki yaz...
YanıtlaSil